Ben hiç görmedim, anlatanların yalancısıyım, öyle derler ki Meşhed, sadece İran’ın değil, Dünya’nın da en güzel şehirlerinden biriymiş. Hiç bir sivri tarafı olmayan, kocaman, sessiz ve alabildiğine durgun Binalud Dağı’yla, onun tam aksine, onlarca sivri tepenin omuz omuza verip, en eski zamanlardan kalan bir küçük devler ordusu gibi dizildiği Hezar Mescid Dağı’nın arasında kurulmuş olan şehir, bahar geldiğinde adeta bir gül bahçesine dönermiş. Yaza girerken, tüm vadi bir çiçek seline kapılmış gibi boyanır, Kaşafrud nehrinin kıyılarından fışkıran çiçekler şehrin boynuna takılmış bin renkli bir gerdanlık gibi dururmuş. Kışınsa Doğu’nun bütün kentleri gibi, Meşhed de, çocukların ninelerin elinden tutarak dalıverdiği bir masal ve büyü deryasına dönüşürmüş.
İşte karlı bir kasım gecesinde paspasın üzerinde yatarken bulup evime buyur ettiğim gizemli arkadaşım Afşin de Horasan’ın kuzey kapısında, Şiilerin kutsal saydığı bu şehirde doğmuş. Anası orijinal bir Meşti, babası ise Azerbaycan kökenli.

1935 yılının Temmuz ayında, Meşhed’de o güne dek hiç olmamış türde, hiç görülmedik sarsıcılıkta bir olay yaşandı. Türkiye’deki devrimlerden etkilenen Şah, şapka kanununu çıkaralı çok olmamış, sarık yasaklanmış, onun yerine fört şapka mecburiyeti konulmuştu. Civar köylülerin mallarını pazara getirdikleri sıradan bir cuma günüydü. Toz toprak içindeki eski pazar yerine şehir tarafından giren bir grup genç adam, “kahrolsun şah” “kahrolsun Yeni Yezid”, diye bağırmaya başladılar. İçlerinden biri tam kasap tezgahlarının önünde durdu ve elindeki flanel kumaştan yapılma, birzcık eski moda fört şapkayı yere atarak üstünde tepindi : “İmam Rıza aşkına ayağa kalkın ey Meşdiler, kafir şapkasını kafanıza takmayın, Emevi zulmüne dur deyin”
Mollalar “Yeni Yezid” dedikleri Şah’a karşı ilk kez isyan çağrısı yapmıştı. Köylüler, henüz daha kafalarına fötr şapka takmamışlardı ama, belki sıcaktan tepelerinin tası attığından, belki de yüksek vergiler ve rüşvet yüzünden canlarından bezdikleri için bu çağrıya olumlu yanıt verdiler, ayaklanarak Imam Rıza türbesini işgal ettiler. Dillerinde tek bir slogan vardı, “kahrolsun Şah, kahrolsun yeni Yezid”. Başlarda sayıları en çok bir kaç yüz kişiydi, ama kutsal bir mekana girmiş, oradan başkaldırmışlardı. Polis ve ordu pazarcılara müdahale etmeyi reddetti, türbeye bu şekilde girmekten korkuyorlardı. İsyan uzadı, uzadıkça köylülerin ve meraklı kalabalığın sayısı arttı. Şahın valisi kendi adamlarına söz dinletemiyordu.
Sonunda bir sabah Şah, sakallı bir şeyh parçasına bu kadar müsamaha gösterilmesinden son derece mutsuz, başbakanına kesin bir emir verdi. İran Azerbaycanı’ndan kalkan bir tren dolusu asker bir kaç gün sonra Meşhed’e vardılar. Allah’ın ve Hazreti Ali’nin gazabını üzerlerine alma pahasına İmam Rıza türbesine girip isyancıları dağıtanlar işte bu askerler oldu.
Türbeye girme emrine itaat etmedikler için iki tanesi idam edilen, bir tanesi de bu günaha dayanamayıp kendisi intihar eden askerlerin neredeyse tamamı şehirde asayiş yeniden sağlandıktan sonra geri döndüler. Aralarında Afşin’in büyükbabasının da olduğu birkaç kişi hariç. Hepsinin kendince geçerli sebepleri vardı, bir tanesi isyandan sonra Afganistan’a kaçan Şeyh Muhammed Gonabadi’nin öğrencilerinden biriyle tanışmış, tövbe ederek bir tekkeye dahil olmuştu, bir diğeri sivil hayatta yaptığı kalaycılıkla ilgili iyi gelirli bir iş bulup ordudan kaçmıştı. Afşin’in büyükbabasının sorunu ise, kendi söylediğine göre, tarife gelmez bir aşk acısı idi, bu yüzden Tebriz’e dönmemişti.
Varlıklı bir aileye mensup olan büyükbaba, henüz yirmili yaşlarındayken ve henüz kuzey topraklarının her köşesinde “kızılların” bayrakları yükselmemişken, babası Hacı Said’in Erivan’a gönderdiği ticaret kervanlarından biriyle gidip Tebriz’e geri döndüğünde ağzını bıçak açmıyordu. Aylarca yiyip içmekten kesilen, adeta ruhsuz bir makine gibi sadece babasının verdiği talimatları yerine getiren genç adamın derdinin ne olduğunu kimseler anlayamadı. Sonunda, Hacı Said, gencecik oğlunun derdini, ta İbni Sina zamanından kalma ve Tebriz’de çok iyi bilinen bir yöntemi kullanarak çözdü.
Sonradan Afşin’in Berlin’deki evine konuk olduğumda gördüğüm o ipek duvar halısında İbni Sina’nın genç sultana yaptığı gibi, bir doktor, genç adamın bileğini tutup nabzını sayarken bir yandan da şehir ve kasaba adlarını saydı. Büyük büyükbaba, oğlunun aşk hastalığına tutulduğuna emindi. Genç adamların, hele de bu yaşlarda, sıklıkla bu derde yakalandıklarını bilecek kadar deneyim sahibiydi, “Allah vere de dermansız bir dert olmaya” diyordu. Doktor gözleri kaygı ile yaşlı adama dikip “Vayk” dedi. Tebriz’in en zengin adamlarından biri olan Hacı Said ne o gün ne de ondan sonraki günlerde hiç bir şey söylemedi.
Afşin’in büyükbabası da konuşmamaya devam etti, bazen kervanlarla kuzeye doğru gidip geri döndüğünde biraz neşesi yerine gelir gibi oluyor ama çok değil bir kaç gün sonra eski mutsuz haline bürünüyordu. Ne babası Hacı Said’den ne de bir başkasından derdine çare istedi, olmayacak işi istemenin anlamı neydi. Olmayacak şeydi, bir Ermeni kızını ona vermeleri, hadi diyelim ki verdiler, onu alıp da gelin diye getirmek, bu iki kere, dört kere, on kere olmayacak şeydi.
Hacı Said ölünce oğlu işleri yürütemez oldu. Zaten kızılların yüzünden ne sınır ne ticaret kalmış, Vayk’ta yaşayan Ermeni kızı kimbilir kimlere gelin gitmişti. O zamanlar yaşı henüz otuz bile olmayan büyükbaba orduya girdi, eğitimliydi, asaletliydi, rütbe aldı assubay oldu, subay oldu. Ama evlenmedi, yaz akşamları evin damına çıkar kahvesini kuzeydeki dağlara bakarak içerdi.
İsyanı bastırmak için Meşhed’e gönderilen birliğin orta rütbeli subaylarından biriydi. Hayattaki son varlığı olan anası göçüp gideli bir kaç ay olmuştu. Yaşı neredeyse elli olmak üzereydi. Meşhed hem Tebriz’e yeterince uzak, hem de eni konu kutsal sayılabilecek bir yerdi. İstifa etti. Eski çarşıda bir dükkan kiraladı ve oraya yerleşti.
Afşin bana bunları anlatırken, ihtimal, bu aşk düşkünlüğü halinin aileden sirayet etmiş bir tuhaflık olduğunu da belli etmek istiyordu, ya da belki öyle bir niyeti yoktu ama, bir iki saat önce bir kapı paspasında yatarken bulduğum bu adamın öyküsüne ister istemez ailesini de dahil ediyordum.
O gece Afşin’e dinlettiğim ikinci şarkı büyükbabasının bir soydaşından, cennet mekan Sexavet Memmedov’dandı, Ay Beri Bax…
Haftaya devam edelim…
Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : @DeliGaffar
Facebook : Gaffar Yakınca
Instagram : deligaffar