
Aşağı yukarı on beş yıl kadar önce, yöneticisi olduğum bir derneğe aydınlardan destek bulmak için kapı kapı geziyordum. Sol çevreden bir iki arkadaşın referansı ile ünlü bir feminist yazarla görüşme ayarlandı. Sıcak bir yaz akşamıydı. Avrupa Birliği parası ile çıktığını sonradan öğrendiğim, “feminist” bir derginin sokağa yayılmış kafesinde buluştuk. Yanımda benimle aynı dernekten (ve aynı siyasi örgütten), üniversiteyi o yıl bitirmiş bir kadın arkadaşım var. Feminist yazarı önemsiyoruz, Milliyet’te Radikal’de yazıyor, röportajları yayınlanıyor, solun her tür yayın organı ona bir köşe vermeye hazır, kalemi ve sosyal ilişkileri güçlü bir insan.
Uzatmayayım, biz saygı içinde oturduk birer bardak çay içiyoruz, bütün işi Küba ile dayanışma olan derneği anlatmaya çalışıyoruz. Laf nereden, nasıl geldi bilmiyorum, feminist yazarımız bize “siz kendinize devrimci mi diyorsunuz” diye sordu. “Evet” diye yanıt verdik, “tabi ki devrimciyiz”. Hanımefendi gayet müstehzi bir tavırla devam etti: “silahlı bir örgütünüz bile yok, silahsız nasıl devrim yapacaksınız”?
Önce şaka yaptığını sandım, ancak konuşma devam ettikçe gayet ciddi olduğunu, elinde silah olmayanları devrimci saymadığını anladım. Görüştüğüm kişi, PKK’nin dağ kadrosundan biri veya MLKP’nin bir militanı değildi, bizim “burjuva basını” dediğimiz halim-selim medyanın yazarlarından biri, sabah akşam “erkek egemen toplumdaki” şiddete karşı yazılar yazan, ağzından “barış” sözcüğünü düşürmeyen bir “aydındı”.
….