• Skip to primary navigation
  • Skip to main content
  • Skip to primary sidebar
  • Skip to footer
  • Röportajlar
  • Essays on Art
  • Gaffar Yakınca Kimdir?
  • Deli Gaffar Hakkında
  • İletişim

Gaffar Yakınca

Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile yesin
Hâşâ! Bunun imkânı yok elbette bilirsin

  • Ağır Yazılar
  • Gözüme Takılanlar
  • Edebiyat
  • Gezi Notları
  • Kültür Sanat

Edebiyat

Valiz ve telefon

12 Eylül 2020

Önce sonbahar gelecek hissettirmeden, sonra kış. ‘Kaybettiğimiz cennetten bir şarkı duyar mıyız’ diye, ısrarla ezberimizdeki tek numarayı arayacağız.

Çünkü, nerede bir valiz varsa, orada belli belirsiz bir geri dönme arzusu vardır. Yolculuğun o en heyecanlı ilk adımında bile.

“Çok geçmeden geri döneceğim, bunun için büyük bir valizle gitmiyorum.”

Çok, çok büyük bile olsa, bir valiz hayatın ne kadarını alabilir ki?

Hiç. Evet, aşağı yukarı hiç. Çünkü, gerçek bir hayat ancak kendi mekanı ile var olabilir. Valize koyduklarımız ise hayatın kendisi değil, ancak sembolleridir.

“Pazar sabahları bu çiçekli gömleği giyip tepedeki çay bahçesine giderdim.”
“Şu emektar şemsiye kaç kez kırıldı İstanbul’un yağmurlarında.”
“Onun aldığı pijamalar…”

Hayatın kırıntılarını toplamaktan başka bir işe yaramayan valiz, “bir gün daha dayanabilmenin” nevalesi ile doludur. Bir gün daha… Çünkü belki ertesi gün, sonunda aranan telefon açılacak, uzaktaki ses “gel” diyecektir. Ah nasıl çelimsiz bir ümit, ne kadar bahtsız bir teselli…!

Nerede valiz varsa, orada mutlaka bir geri dönme umudu vardır.


Resim: Braginskiy Viktor Emilyeviç (1954) “Varış” 1985


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Dünya qəfil işıqlansa – Ramiz Rövşən

16 Ağustos 2020

Qəfil gün doğsa bir gecə,
Dünya düm ağ işıqlansa;
Şəhər-şəhər, küçə-küçə,
Otaq-otaq işıqlansa,

Görərik kimlərin əli
kimlərin cibindən çıxır.
Kimlər əyilə-əyilə
kimlərin evindən çıxır.

Qəfil gün doğsa bir gecə,
Min-min gizli günah görsək,
Üstünü örtə bilməsə,
Bu dünyanı çılpaq görsək,
Başımıza hava gələr,
ağlımız çaşar bəlkə də.
Hamı birdən baş götürüb
dünyadan qaçar bəlkə də.

Bu dünyada bəs kim qalar,
Kim böyüdər, uşaqları?!.
…Nə yaxşı ki, bu dünyamız
Yavaş-yavaş işıqlanır…

TÜRKİYE TÜRKÇESİ İLE:

Aniden ağarsa gün bir gece
Dünya tüm beyaz ışıklansa
Şehir şehir, sokak sokak
Oda oda ışıklansa

Görsek kimlerin eli
Kimlerin cebinden çıkacak
Kimler eğile eğile
Kimlerin evinden çıkacak

Aniden gün doğsa bir gece
Bin bir gizli günah görsek
Üstü örtülemese
Bu dünyayı çıplak görsek

Başımız döner,
Aklımız şaşar belki de
Hepsi bir anda görünür
Ve kaçıp giderler dünyadan belki de

O zaman kim kalır bu dünyada,
Kim büyütür çocukları?!
….Ne güzel ki bu dünyamız
Yavaş yavaş aydınlanır….

Şiir: Ramiz Rövşən
Türkiye Türkçesine aktaran: Gaffar Yakınca
Resim: Riyazov Yakovleviç – Köy ışıkları


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Etiketler: çeviri şiir, şiir

Peygamber Çiçekleri

25 Temmuz 2020

Göreceksin nasıl hesapsız
büyüyor kötülükler –
Şükür Allah’ım, ölümlüyüz
herşeyi görmeyeceğiz.

Bak nasıl da mahçup
peygamber çiçekleri –
Şükür Allah’ım ölümlüyüz
çürütemeyiz herşeyi.

Şiir: Andrey Voznesenskiy
Çeviri: Gaffar Yakınca

Orijinali:

Поглядишь, как несметно
разрастается зло —
слава богу, мы смертны,
не увидим всего.

Поглядишь, как несмелы
табуны васильков —
слава богу, мы смертны,
не испортим всего.


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Etiketler: Andrey Voznesensky, çeviri şiir

Tuzhurmatu Düşerken

3 Haziran 2019

Tuzhurmatu diye bir yerin varlığını öğrendiğimde henüz lise öğrencisiydim. Bornova’daki bir kitapçının ucuz kitaplar sepetinden şiir kitapları seçmiştim. İçlerinden biri Osman Numan Baranus adlı bir şaire aitti ve adı da Tuzhurmatu’ydu.

Osman Numan Baranus

Şunca yıllık ömrümde belki on kez kitaplığım boşalıp geri dolmuştur. Kimi zaman parasızlıktan kitaplarımı sattım kimi zaman deliliğim tavan yapınca torbalara doldurup çöpe attım bazen de göçebelikten taşıyamaz olduğum için eşe dosta çocuklara bıraktım. Onun için elimde uzun süre sakladığım kitap sayısı pek azdır. Tuzhurmatu işte bunlardan biri. Baranus’un şiirlerini (kendisi özün diyor) o kadar sevmişim ki yazdığı bu son kitabı elimden çıkarmaya kıyamamışım. Tuzhurmatu’nun (Tuz Khurmatu) Irak’ta bir Türkmen kenti olduğunu bu sayede öğrenmiştim. Baranus büyük olasılık MKE’de ekonomist olarak çalıştığı yıllarda Irak’a ve Tuzhurmatu’ya gitmiş. Kitaptaki şiirlerin pek çoğu da bu seyahatle ilgili. Baranus Bağdat dahil pek çok şehri görmüş ancak Tuzhurmatu onu nasıl etkilediyse artık, kitaba oranın adını vermiş. Şiir şöyle :

Tuzhurmatu,
Tuz ve hurma
İnsanoğlu
Sonsuzluğu
Bu soy bir güzellikte buldu
Bu soy bir yalınlıkta.

Tuzhurmatu,
Yol ve motor.
Günaydın Sanem, günaydın!
Beklenen sabah oldu.
Gülmeye, mutlanmaya,
Yürümeye bu yolu
İnsanlar uyanıyor.

Tuzhurmatu
Dem ve kumru.

Tuzhurmatu, Tuzhurmatu,
Ne bu tuzu bu hurmadan,
Ne bu yolu bu motordan,
Ne bu demi bu kumrudan
Almaya olanak yoktu,
En büyük bir mutluluk bu.
Günaydın Sanem, günaydın!
Böyle böyle sabah oldu.

Dün IŞİD’ci katillerinin eline düştü Tuzhurmatu. Nüfusunun çoğunluğu Şii Türkmen, yani tekfircilerin doğal düşmanları. Bu yazıyı yazarken internetten Tuzhurmatu’ya ait bir kaç fotoğraf bulayım dedim. Ne acı, Google’a Tuzhurmatu yazdığınızda gelen tüm resimler bombalama, yıkım ve kan görüntüleri. Zavallı Tuzhurmatu, Baranus’un aşk ve sevgi şehri, kim bilir daha ne zulümler ne acılar bekliyor seni?

Osman Numan Baranus, 2005 yılında bir huzurevinde yalnız başına yaşama veda etti. Susmamak ve mücadeleye devam etmek için bir sebebimiz de onun rahat uyuması olsun. Sanem bir kez daha gülmeye, mutlanmaya uyansın diye, ve insanlar uyansın diye, birlikte yürümek için bu güzel yolu.

Hem bakın Baranus ne demiş:

Halk kurtardı tanrıyı ellerinden
Çarşı-pazar Tanrı tecimenlerinin
Kurtardı ellerinden,
Ulu katına oturttu.
….
Halk aldı Kuran’ı ellerinden
Sömürgen derebeyi artıklarının
Aldı ellerinden,
Kutsal yerine koydu.
Halkın kanını emenler
Kendi kurdukları darağaçlarında
O sabah boy boydu

Bu sabah, bugün
Ve bundan böyle ebeda,
Alanların alamaz olduğu
Bu halkın bayrağı yucalarda :
“Birlik-Özgürlük-Sosyalizma”

(*) Meraklısına Osman Numan Baranus hakkında iki güzel yazı, birisi Hasan Bülent Kahraman’dan, diğeri Hasan Aktaş’tan.

Etiketler: Irak, Osman Numan Baranus, Türkmen Edebiyatı, Tuzhurmatu

Yaprak Dikeni

13 Ocak 2017

Bacıma…


yaprak dikeni
dokununca camları
uzaklara muştusuna
bir resmin bir çerçevenin
bölünce ağıt
tüfeğine sabır taşının
konunca kuş
öylesi ekmeklerimizde desen
işte güçte desen, aşkta desen
yok, orada bile yok
bahçelerde koşturmanın,
aynı yerde aynı düşe dalmanın
sonra durup ağlamanın tadı.

yani ümit ediyoruz
daha ötesi de
apak günlere inanmak
hakkımızsa demek ki
resimde kız pelerinli kuş
hadi çık toprak yollara küçük kız
çiçekli elbisenle çık
düşlerinle çık kırmızı pabucunla çık
dutların çağlaların oraya

KARDEŞİM!
göğsüme ser umudu haytalığı acıyı
kardeşim,
ne kuş ne pelerin
sen tut beni
yüreğimi tayla
çocukların gül kokusuyla doku tarihimizi,
çocukluğumuzun ekmek kokusuyla…


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Etiketler: şiir

Yar Kapısında Uyumak – 5

6 Şubat 2016

Babası Olle’den kalan son fotoğraftan anlaşıldığı kadarıyla komşum Bayan Gunilla, kalemle çizilmiş denli güzel burnunu bu soluk benizli uzun yüzlü adamdan almıştı. 

Büyük olasılıkla seksenli yılların başında çekilmiş olan bu fotoğrafta Olle, kareli yeşil bir örtünün serildiği masaya dirseklerini dayamış sigara içiyor. Masadaki iki şişe Zeunert birasına bakılacak olursa, fotoğrafı o sırada yanında olan gemici arkadaşlarından biri çekmiş. Gunilla, o yıllarda ilkokula bile gitmeyen bir çocuk olmalı, henüz ailenin bir arada olduğu, haftasonları Högakusten’de pikniğe ya da anneanne Svea’yı ziyarete gidilen mutlu zamanlar. 

Ne kötülüklerin, ne iyiliğin sonsuza dek sürmediği bir dünyadır bu dünya. Bilirsiniz, özellikle iyi olanlar, pek kısa ömürlü olurlar. Güzel bir duygu, güzel bir an, güzel bir insan yakaladığınızda, daha onun güzelliğini tam kavrayamadan yüreğinizin kaygıyla titremeye başlaması bundandır. İyi olanın bitmesine hazırlarız kendimizi ve “kötü olanlar da bir gün bitiyor nasılsa” diyerek teselli buluruz. Gunilla, kendini hazırlamış mıydı bilemiyoruz ama, Olle ve Lena’nın gençlik yıllarından başlayan bir aşkla kurdukları bu mutlu aile tablosu çok kısa bir süre sonra, biraz acıklı bir şekilde son buldu.

Babası gibi bir denizci olan Olle, Baltık Denizi’ni turlayan dev feribotlardan birinde ikinci kaptanlığa atandığında tüm aile sevinç içindeydi. Aldığı ücret bir önceki işinde kazandığının neredeyse iki katına çıkmış, üstelik uzak yol derdinden de kurtulmuştu. Gunilla’nın hala tüm detaylarıyla anımsadığı o kutlama gecesinde şampanyalar patlatılmış, göl kenarındaki yazlık evin bahçesinde insanlar geç vakte kadar şarkı söyleyip dans etmişlerdi. 

Gunilla için o geceyi unutulmaz kılan, eğlenceden daha çok, yazlık komşularının oğlu Olaf’tı. Eni konu küçük masum bir öpücük, Gunilla’ya saatler sürmüş gibi gelen, oysa sadece üç beş saniyeden ibaret bir dokunuş… Sanırım aşkı en iyi, ona dair bir fikrimiz olmadığında hissederiz. Evet belki de bu yüzden, Gunilla, o gecenin içinde yarattığı fırtınayı hiç ama hiç unutmadı. 

Belki de… Ya da belki de ailece geçirilen son mutlu yemek olduğu içindir de aynı zamanda. Ne acı, aşkın ilk sıcaklığını tattığı akşam, aslında yuvaya dair güvenin de son gecesidir. Hangisini seçmeli, hangisine ağlayıp, hangisine sevinmeli? Gunilla için de o denli kolay verilebilecek bir karar değil bu, yaşamı boyunca bir kaç kez bu açıdan düşündü o geceyi ve doğrusunu isterseniz bizim hissettiğimiz karmaşadan daha fazlasına erişemedi. Olaf’ı yıllar sonra yanıbaşında bulduğunda bile o geceye dair fikirleri hala netleşmemişti. 

Çok değil, bir yıl sonra, Olle, Lena’nın karşısına geçip, kendi deyimiyle “dürüstçe” başka bir kadına aşık olduğunu, ondan ayrılmak istediğini söyledi. Geminin lokantasında çalışan Estonyalı genç bir kadına tutulmuştu. Lena, güçlü bir kadındı, ama ne yaparsa yapsın kırılan gururuyla baş edemiyordu. Yirmi yıl boyunca hiç sorunsuz  – ya da kimbilir belki sadece sorun yokmuş gibi davranarak- yürüyen bir beraberlik bir anda bitiyor, üstelik bu sadece Olle’nin ona “bitti” demesiyle oluyor. Gerekçesi ne olursa olsun… Hayır, ne olursa olsun değil, gerekçe önemli, hatta galiba en önemli şey bu gerekçe, bir daha asla dönülemeyecek olan yirmili yaşlardan bir kadın. Ah işte herkesin düşünmekten yorulduğu şeyler değil mi bunlar? Ve doğrusunu kimselerin bulamadığı? Ve sonunda hepimizin düşünmekten yorgun düşüp bir kenara bıraktığı? 

Lena da öyle yaptı, bir kenara bıraktı. Bırakamayan Gunilla’ydı. Babasına neredeyse aşk derecesinde şiddetli bir tutkuyla bağlı olan küçük kız, gençliğinin ilk yıllarındaki yaşama motivasyonunu büyük oranda babasına duyduğu nefretten aldı. Çevresindeki hiç bir şey ona heyacan vermiyordu, Olaf bile. Neredeyse her gün babasının aileye ihanetini düşünüyor, bu fikirden yarattığı mutsuzlukla tüm hayatını yeniden şekillendiriyordu.

Babasının eşyalarını toplamak için eve geldiği akşamdan sonra bir daha onu hiç görmedi. Onun tüm görüşme çabalarına olumsuz yanıt verdi. Bir süre sonra üzüntüsünü atlatan annaesi Lena’nın çabasıyla biraz yumuşadı. Zamanla önce telefonda, sonra çok nadiren yüzyüze görüşmeye başladılar. Ancak Gunilla babasını hiç affetmedi. Buluşmalarında bir kez olsun genç karısını sormadı, hiç yokmuş gibi davrandı, hatta bir keresinde ona “seninle sırf annem üzülmesin diye görüşüyorum baba” demişti. 

Gunilla’nın babasına dair katı hislerinde yıllar boyunca pek bir değişiklik olmadı. Ta ki Olle, 1994 yılının Noel gecesi evinin salonunda kendini asarak intihar edene kadar. Olle’nin intiharı, Gunilla’yı başka bir gerçeklikle yüzleştirdi: Babasının annesini terk ederek evlendiği Estonyalı genç kadına gerçekten aşık olduğunu anladı. 

27 Eylül’ü 28 Eylül’e bağlayan gece, talihsiz büyük balık, Estonia gemisi Turku açıklarında sulara gömüldüğünde ölen 853 kişi arasında babasının eşi de vardı. Olle, bir gemi güvertesinde sigara molası vermişken tesadüfen tanıştığı bu kadına nasıl bir tutkuyla bağlandıysa artık, onsuz bir yaşamı göze alamamış, sadece bir iki ay sonra, arkasında kızı Gunilla’ya yazılmış çok kısa bir not bırakarak ölümü seçmişti.

Aşk tüm çizilmiş planları, tüm kurulu düzenleri alt üst edecek denli şiddetli bir şeydir. Çok rezilce sonuçlara yol açsa bile, sırf cesur ve saf bir duygu olduğu için ona saygı duyarız. Güzel komşum bayan Gunilla’nın yaşamdan aldığı ilk acı ders de sanıyorum buydu. 

…..

Şimdilik bu kadar… Bir gemici şarkısıyla başbaşa bırakıyorum sizi, bir zamanlar Danimarka ve İsveç arasındaki Kattegat denizinde batan meşhur Bluebird’ün ve orada yaşamını yitirdiği düşünülen genç Karl Stranne’nin öyküsüyle… 

Yazarı Evert Taube’ye rahmet, Sofia Karlsson’un sesine selamet… 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, geceniz de gününüz de aşk gibi temiz, aşk gibi güzel olsun. 


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Etiketler: yar kapısı, yar kapısında uyumak

Yar Kapısında Uyumak – 4

12 Aralık 2015

Afşin’in babası Ali Mehdi tıpkı baba toprağı Meşhed gibi binlerce metre yükseğe kurulmuş olan Erzurum’a vardığında takvim 1982 yılının Şubat ayını gösteriyordu ve kentte diz boyu kar vardı. Nasıl bir debdebenin içinde olduğunu anlayamadan tamı tamına dört yıl geçirmiş, sonunda iki kızı, bir oğlu ve karısı ile beraber kendilerini güç bela sınırın öte tarafına atmışlardı. Pek büyük düşlerle başlayan bir maceranın sonunda, şimdi canlarını kurtardıklarına şükrediyorlardı.

Tahran’da kış

Aslına bakarsanız, karısı Narin’den ziyade Ali Mehdi’ye ait düşlerdi bunlar. Ali Mehdi, neredeyse tüm yaşamını gençlik zamanlarından kalma bir tür melankoliyle geçiren babasının aksine çok hareketli, çok delişmen, çok tutuklu bir adamdı. Babasının tüm itirazlarına rağmen, onun eski mesleğini seçip subay oldu.

Ali Mehdi, gencecik bir lise öğrencisi olarak Şah’ın Hava Kuvvetleri’ne katıldığında, yirmi yılı aşkın bir süredir şehrin en kuytu yerlerinde, İmam Rıza türbesinin taş duvarlarında, eski çarşının mermer yollarında uyuyan bir söylenti yeniden açığa çıktı. Yezid emriyle Tebriz’den gelip Hüseynilerin kanını akıtan hainlerden biri Meşhed’e yerleşmiş, hem de Meşdi bir kadınla evlenmişti. Şimdi de en küçük oğlunu tıpkı kendisi gibi bir katil olsun, Yezidlerin en uğursuzu Şah’a hizmet etsin diye orduya gönderiyordu!

Bu dedikodular Afşin’in büyükbabasının ölümüne kadar zaman zaman belirip tekrar kayboldu ve doğrusunu isterseniz, ne eni konu bir buruk aşk öyküsü yüzünden Meşhed’e yerleşmiş olan yaşlı adama, ne de onun ailesine pek bir zarar vermedi. Zaten Ali Mehdi de şahın ordusuna katıldıktan bir süre sonra bambaşka fikirlere kapıldı, Büyük Keyhüsrev’in ikibin beşyüz yıllık hanedanlığına muhalefet etmeye başladı.

Narin’le daha Hava Harp Okulu’nuda öğrenciyken, diğer solcu öğrencilerle beraber sık sık ziyaret ettiği Sadık Penahi’nin evinde tanıştı. Narin Tahran’lıydı ve bereket versin Ali Mehdi’ye babasınınkine benzer bir trajediyi yaşatmayacak türde bir aileden geliyordu. Evlendiler, önce Afşin sonra iki çocukları daha oldu. Ali Mehdi, şüphesiz karısını seven bir adamdı, ama kafası her zaman daha büyük düşüncelerle, kalbi hep daha büyük hülyalarla doluydu. 

1979 yılının 9 Şubat gecesi Tahran’daki Doşan Tappe Hava üssünde çıkan isyanın başında Ali Mehdi vardı. Şah’ın Ölümsüz Muhafızları üzerlerine gelmeden önce binlerce silahı halka dağıtmayı başardılar. Ali Mehdi’nin hayatının belki de en muhteşem gecesi bu geceydi. Ölümle burun buruna ama tepeden tırnağa yaptığının doğruluğuna inanmış… Aşk nedir diye sorsalar, belki buna bile o geceyi anlatarak cevap verecek denli başı dönmüştü. 

Sonraki bir yıl hergün yeni bir olayla, yeni bir çalkantıyla geçti. Böylesine alt üst olan ülkelerde neyin nasıl değişeceğini asla bilemezsiniz. Bir anda iyiler kötü, kötüler iyi olabilir. Sabahtan akşama galipler mağluplara, kahramanlar hainlere dönüşebilir. İran’da da öyle oldu. Ali Mehdi, bir sabah yüzlerce başka hava kuvvetleri subayı ile birlikte vatan ihanet suçundan arandığını öğrendi. Arkadaşlarıyla beraber bir süre gizlendiler, sonunda bir gün artık direnmenin de gizlenmenin de olanaksız olduğunu yere gelince, hiç değilse ailelerinin canını kurtarmak için kaçmaya karar verdiler.

Erzurum’un Palandöken dağına yakın bir mahallesinde inşaatı yeni bitmiş bir ev kiralayıp hepi topu iki üç valize sığacak kadar az olan eşyalarıyla buraya yerleştiklerinde Afşin henüz on iki yaşındaydı ve ne politkaya ne de aşka dair hiçbir fikri yoktu. Bildiği tek şey mollalardan kaçtıkları ve bunu Türkiye’de bile kimselere söylememesi gerektiğiydi. 

Bayan Gunilla’nın Türk komşusundan nezaketen alıp sonra çöpe döktüğü şekerli çorba ya da Afşin’in annesi Narin’in de her yıl aksatmadan yaptığı aşura o yıl sadece bir iki avuç buğday ve biraz nohut konularak Erzurum’da pişirildi. Meşhed’li onurlu bir tüccraın oğlu, İran Hava Kuvvetleri’nin seçkin pilotu Yarbay Ali Mehdi’yi ve ailesini hiç bitmeyecekmiş gibi görünen, uzun bir yoksulluk ve sürgün dönemi bekliyordu.

…

Bu akşamlık da bu kadar, bir sonraki bölümde görüşmek üzere…


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Etiketler: iran, iran islam devrimi, tahran, yar kapısındaa uyumak

Yar Kapısında Uyumak – 3

5 Aralık 2015

Zavallı bayan Gunilla. Sürekli çamaşırhane sırasını kaydıran, her hafta garip kokulu sabunlarla merdiven boşluğunu silen ve bir sonbahar günü elinde bir tas çorba ile kapısını çalan kapı komşusu tuhaf Türk, tüm bunlar yetmezmiş gibi, şimdi de paspasın üzerinde uyurken bulduğu eski sevgilisini evine buyur ediyor! 

Kentin büyük hastanesinin enfeksiyon servisinde çalışan Gunilla, öyle pek hijyen takıntıları olmamasına rağmen, komşusundan gelen ve daha önce hiç görmediği bu şekerli çorbayı azıcık tadına baktıktan sonra dökmeyi tercih etmişti. Aslında daha en baştan bu ikramı geri çevirebilir, hatta hazır fırsatını bulmuşken bu gereksiz derecede samimi kara adama çamaşırhane sırasına biraz daha özen göstermesini söyleyebilirdi. Ancak, hemşirelik mesleğinden gelme bir kısım deneyimler sayesinde Türk olduğunu anladığı komşusunu yine bir tür hemşirelik güdüsüyle geri çevirmedi: adam, sırıtırken bile ağlayacakmış gibi bakıyordu, sanki ona bir tas çorba uzatan değil de ondan bir parça ekmek isteyen yavru bir köpek gibiydi bakışları. Tombul beyaz parmaklarıyla çorba kasesini alıp teşekkür etti. Kapıyı kapatıp içeri geçerken adam hala dış kapının önünde bunun bir çorba olmadığını, evde ne varsa ondan yapılan bir tatlı olduğunu, Allah için yapıldığını falan anlatıyordu. O kadar çok konuşmuştu ki Nuh peygamberle ilgili birşeyler söylemeye başladığında Gunilla artık dayanamayıp ağzında hızlı hızlı bir iki teşekkür sözcüğü daha geveledikten sonra kapıyı komşusunun suratına kapatıvermişti. 

Gunilla, böylesi erkekleri asla çekici bulmaz. Onun için acımak, bir duygu olarak, özel yaşamıyla değil göreviyle ilgili bir yerde tasnif edilmiştir. Bir kere böylesi şefkat hisleri duymaya başlarsa, sadece teknik yönergeleri uygulayan birine dönüşür. Hastanın tansiyonu normal mi, bu sabah nasılsınız, değerleriniz iyi görünüyor, damar yolunuzu açalım, beraber yürüyebiliriz, sonda takılacak, yatağınızı kaldırmak ister misiniz, ağrı kesici için kırmızıya basın.

Aslında beki tersi de mümkündü. Ancak, tıpkı Afşin gibi -ve belki de hepimiz gibi- Gunilla da bir miktar kendinden önceki kuşakların yazdığı bir kaderi yaşıyordu. Evet, şüphesiz yaşam büyük oranda kendi ellerimizle şekillendirdiğimiz bir şeydir, buna itiraz ettiğimi sanmayın. Ama bazı küçük noktalar, özellikle en kör, en karanlık olanlar, tıpkı Afşin’in dedesinin o marazi aşk hali gibi, sanki bir tür genetik olanaksızlık olarak üzerimize işlenirler. Aşamayıp da kader dediklerimiz, kim bilir, belki de bunlardır. 

İşte Norköpping Hastanesi’nin en gözde hemşiresi Gunilla da yaşamın bir bölümünü, galiba en çok da şu söylediğim, şefkatle, acımayla ilgili bölümü, anneannesinden kalan bir parça gibi yaşıyor olabilir.

Üç kuşaktır tam bir göçmen hayatı yaşayan Afşin’in aksine Gunilla, insan aklının kaydedebildiği zamanlardan beri ve üstelik aynı yerde, tüm Botnia Körfezi’nin belki de en güzel yeri olan Höga Kusten’de yerleşik bir yaşam sürdüren köklere sahip. Ta Lapland’tan kalkıp gelen Ångerman nehrinin Baltık’a kavuştuğu yerde, yüzlerce kilometreyi bulan kayalık sahillerin üstündeki çayırlar, bahar gelince üzerinde kelebeklerin, minik kuşların, arıların ve türlü böceklerin dans ettiği, çiçeklerden ve topraktan isyan eder gibi fışkıran otlardan yapılma bir dans pistine döner. 

Tıpkı takvimin 1931 yılının Mayıs ayının ondördünü gösterdiği o perşembe gününde olduğu gibi. Nehrin denize kavuşmadan önce oluşturduğu vadiye Ådalen denir. O zamanlar vadi boyunca kurulu ağaç işleme fabrikaları sadece Ådalen’deki onlarca köyün değil daha kuzeydeki ve daha güneydekilerin de başlıca geçim kaynağıydı. 1930 yılında işverenler pazar koşullarını gerekçe göstererek ücretleri azaltma kararı aldılar. İşçiler zaten çok zor koşullar altında çalışıyorlardı, bu kararı kabul etmediler, önce bir iki fabrikada başlayan grev zamanla tüm bölgeye yayıldı.

Nehrin ve denizin buzları eriyip de sevkiyat mevsimi gelince Graningeverken şirketinin patronu Bay Versteegh’in telefonları durmaksızın çalmaya başladı. Avrupanın her yanından müşteriler ağaç hamuru, selüloz ve kereste soruyorlar, her telefon, Bay Versteegh’in haftalardır çalmayan vardiya düdüklerine bir kez daha lanet etmesine yol açıyordu. Graningeverken itibarlı bir işletmeydi, müşterilerini bu şekilde yüzüstü bırakamazdı. Sonunda Bay Versteegh “onlarla olmuyorsa başkalarıyla çözerim” dedi ve nehrin güneyinden bir yerden topladığı adamları, grevi kırmak için bir gemiye bindirerek Ådalen’e getirdi. 

Aralarında komşum Gunilla’nın dedesi Karl’ın da bulunduğu işçiler bu duruma çok sinirlendiler. Ådalen’in her yanından binlerce işçi Kramfors’ta toplandı ve grev kırıcıların yerleştiği Lunde mahallesine doğru yürümeye başladı. Tıpkı Meşhed’deki ayaklanmayı bastırmaya polis yetmeyince duruma Şah’ın ordusunun el koyması gibi, Ådalen’de de polis işçileri zapt edemeyince Kraliyet Ordusu göreve çağrılmıştı.

İşçiler, önde kızıl bayraklar ve Enternasyonal’i çalan bando ile Lunde’ye girdiler. Tarihin gördüğü ender güzellikte anlardan biriydi, o denli muhteşem, o denli büyüleyici… Toprak yolun iki yanında uzamış otlar, mor sümbüller, nergis çiçekleri ve kızıl bayraklar gibi kızıl gelincikler. En önde kocaman memeli, kocaman elli beyaz elbiseli tombul kadınlar ve işçi babalarının pantolonlarından bozma kısa tulumlarıyla çocuklardan oluşan beş on kişilik bir barış heyeti, hemen arkalarında o kadınların uçsuz bucaksız dizlerine yatırıp, o kocaman elleriyle ve uykusuz gözleriyle üzerlerine sendikaların, partilerin adını işlediği kızıl sancaklar, onların peşi sıra siyah giymiş, beyaz giymiş, kravatlarını takmış, kızıl fularlar bağlamış karıları gibi, yoldaşları gibi kocaman elli, boylu poslu, yanık yüzlü adamlar. Hülasa, emeğiyle kazanıp emeği için kavga eden insan soyunun dünyanın her yerinde görülebilecek denli sıradan ve bir o kadar muhteşem, ayağa kalkmış hali.

En önde iki üç tane atlı süvari, arkada otların çimenlerin arasına mevzilenmiş askerler, kum torbaları, makineli tüfekler. Tam yüz on yedi yıldır kurşun sıkmamış olan Kraliyet Ordusu bu anı beklemiş gibi heyecanlı ve gergindi. Kime karşı? Köylerinde kendilerini bekleyen ana babalarından, kardeşlerinden bir farkı olmayan bu kavruk insanlar şimdi üç taçlı yüce kraliyet sancağının gerçek düşmanlarına dönüşmüştü. Gerçek düşmanlar, gerçek düşmanlara karşı hazır olmalıyız! 

Süvariler atlarını tozu dumana katarak en öndekilerin üzerine sürdüler. Çocuklar ve kadınlar atların altında kalmamak için kaçıştılar. Dev kızıl flamaları gören atlar duraksadı, işçiler durmadı, limana ineceklerdi, bando susmadı, hiçbir şey olmamış gibi Enternasyonal’e devam etti, tam nakaratın ikinci tekrarında, ve tam ikinci dizenin başında, silahlar patladı. Karnından vurulan biri yere düştü, sonra bir başkası başından vuruldu…

O günlerde henüz yirmili yaşlarında genç bir hızar işçisi olan Karl, kortejin arkalarında bir yerdeydi. İnsanların bir kısmı korkuyla kendini yol kenarındaki sulama kanallarına, çayırlara attılar, ama çoğunluk durmadı. Kardeşleri bir bir vurulurken işçiler durmuyordu, gerçekten de şarkıda söylendiği gibi “bu kavga en sonuncu kavgaydı artık”. Karl yürümekle kalmadı, başından vurulan uzunca boylu işçiyi görünce öfkeden çılgına döndü. Bu adamı bir keresinde sendika binasında şiir okurken izlemişti, onu Sollefteå’daki yetimhaneden tanıyan arkadaşları vardı, çok dürüst bir adam diyorlardı, ve şimdi askerler onu başından vurmuşlardı öyle mi? Kurşun yağmuru altında koşarak en önlere kadar ilerledi. Müzisyenlerin bir kısmı vurulmuş, bando susmuştu, şimdi sadece feryatlar ve çığlıklar duyuluyordu. Bir de Karl gibi bahçe çitlerini yıkarak ateş eden askerlere doğru koşan işçilerin bağırmaları. 

Karl askerlerden birininin yakasına yapışıp yerden kaldırdı, “katil” diye bağırıyordu, “katil, katiller”. Asker Karl’ın elinden kurtulmaya çalışırken bir silah patladı, omzundan vurulan Karl oracıkta yıkılıverdi. 

Masmavi gökyüzü altında kaç el silah patladığını kimse bilemedi. Neden sonra, bandodaki sarışın trompetçi ateşkes borusu çalmayı akıl etti ve bu sayede artık hiç bitmeyecekmiş gibi bir hal alan mahşer bir son buldu. 

İşte Gunilla’nın anneannesi Svea ile dedesi Karl bu can pazarında tanıştılar. İşçiler, ölülerini topladılar, askerlerle itiş kakış içinde sendika binasına doğru yola koyuldular. Ancak yaralılar tutuklanmaktan korktukları için doktora gidemiyordu. Svea, Karl’ı bir kayın ağacının gölgesinde baygın yatarken buldu. Güçlü kuvvetli bir kadındı, yarı baygın bir haldeki Karl’ı bahçedeki küçük konuk evine kadar sürükleyerek taşıdı. Karl’ın iyileşmesi sandığından kısa sürdü. Ağustos ayı geldiğinde kolunu kullanmakta hala biraz güçlük çekse de artık çalışabiliyordu, ve daha önemlisi, Svea’ya bakışları bambaşka bir hal almıştı…

Efendim, komşum Gunilla’nın ve onun paspasında yatan aşığı Afşin’in öyküsüne haftaya devam edeceğiz. Şimdilik, o gece Afşin’e dinlettiğim üçüncü şarkıyı bırakıyorum size.


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Etiketler: Ådalen, aşk

Yar kapısında uyumak – 2

29 Kasım 2015

Ben hiç görmedim, anlatanların yalancısıyım, öyle derler ki Meşhed, sadece İran’ın değil, Dünya’nın da en güzel şehirlerinden biriymiş. Hiç bir sivri tarafı olmayan, kocaman, sessiz ve alabildiğine durgun Binalud Dağı’yla, onun tam aksine, onlarca sivri tepenin omuz omuza verip, en eski zamanlardan kalan bir küçük devler ordusu gibi dizildiği Hezar Mescid Dağı’nın arasında kurulmuş olan şehir, bahar geldiğinde adeta bir gül bahçesine dönermiş. Yaza girerken, tüm vadi bir çiçek seline kapılmış gibi boyanır, Kaşafrud nehrinin kıyılarından fışkıran çiçekler şehrin boynuna takılmış bin renkli bir gerdanlık gibi dururmuş. Kışınsa Doğu’nun bütün kentleri gibi, Meşhed de, çocukların ninelerin elinden tutarak dalıverdiği bir masal ve büyü deryasına dönüşürmüş. 

İşte karlı bir kasım gecesinde paspasın üzerinde yatarken bulup evime buyur ettiğim gizemli arkadaşım Afşin de Horasan’ın kuzey kapısında, Şiilerin kutsal saydığı bu şehirde doğmuş. Anası orijinal bir Meşti, babası ise Azerbaycan kökenli. 

Meşhed’de sokaklar….

1935 yılının Temmuz ayında, Meşhed’de o güne dek hiç olmamış türde, hiç görülmedik sarsıcılıkta bir olay yaşandı. Türkiye’deki devrimlerden etkilenen Şah, şapka kanununu çıkaralı çok olmamış, sarık yasaklanmış, onun yerine fört şapka mecburiyeti konulmuştu. Civar köylülerin mallarını pazara getirdikleri sıradan bir cuma günüydü. Toz toprak içindeki eski pazar yerine şehir tarafından giren bir grup genç adam, “kahrolsun şah” “kahrolsun Yeni Yezid”, diye bağırmaya başladılar. İçlerinden biri  tam kasap tezgahlarının önünde durdu ve elindeki flanel kumaştan yapılma, birzcık eski moda fört şapkayı yere atarak üstünde tepindi : “İmam Rıza aşkına ayağa kalkın ey Meşdiler, kafir şapkasını kafanıza takmayın, Emevi zulmüne dur deyin” 

Mollalar “Yeni Yezid” dedikleri Şah’a karşı ilk kez isyan çağrısı yapmıştı. Köylüler, henüz daha kafalarına fötr şapka takmamışlardı ama, belki sıcaktan tepelerinin tası attığından, belki de yüksek vergiler ve rüşvet yüzünden canlarından bezdikleri için bu çağrıya olumlu yanıt verdiler, ayaklanarak Imam Rıza türbesini işgal ettiler. Dillerinde tek bir slogan vardı, “kahrolsun Şah, kahrolsun yeni Yezid”. Başlarda sayıları en çok bir kaç yüz kişiydi, ama kutsal bir mekana girmiş, oradan başkaldırmışlardı. Polis ve ordu pazarcılara müdahale etmeyi reddetti, türbeye bu şekilde girmekten korkuyorlardı. İsyan uzadı, uzadıkça köylülerin ve meraklı kalabalığın sayısı arttı. Şahın valisi kendi adamlarına söz dinletemiyordu. 

Sonunda bir sabah Şah, sakallı bir şeyh parçasına bu kadar müsamaha gösterilmesinden son derece mutsuz, başbakanına kesin bir emir verdi. İran Azerbaycanı’ndan kalkan bir tren dolusu asker bir kaç gün sonra Meşhed’e vardılar. Allah’ın ve Hazreti Ali’nin gazabını üzerlerine alma pahasına İmam Rıza türbesine girip isyancıları dağıtanlar işte bu askerler oldu. 

Türbeye girme emrine itaat etmedikler için iki tanesi idam edilen, bir tanesi de bu günaha dayanamayıp kendisi intihar eden askerlerin neredeyse tamamı şehirde asayiş yeniden sağlandıktan sonra geri döndüler. Aralarında Afşin’in büyükbabasının da olduğu birkaç kişi hariç. Hepsinin kendince geçerli sebepleri vardı, bir tanesi isyandan sonra Afganistan’a kaçan Şeyh Muhammed Gonabadi’nin öğrencilerinden biriyle tanışmış, tövbe ederek bir tekkeye dahil olmuştu, bir diğeri sivil hayatta yaptığı kalaycılıkla ilgili iyi gelirli bir iş bulup ordudan kaçmıştı. Afşin’in büyükbabasının sorunu ise, kendi söylediğine göre, tarife gelmez bir aşk acısı idi, bu yüzden Tebriz’e dönmemişti. 

Varlıklı bir aileye mensup olan büyükbaba, henüz yirmili yaşlarındayken ve henüz kuzey topraklarının her köşesinde “kızılların” bayrakları yükselmemişken, babası Hacı Said’in Erivan’a gönderdiği ticaret kervanlarından biriyle gidip Tebriz’e geri döndüğünde ağzını bıçak açmıyordu. Aylarca yiyip içmekten kesilen, adeta ruhsuz bir makine gibi sadece babasının verdiği talimatları yerine getiren genç adamın derdinin ne olduğunu kimseler anlayamadı. Sonunda, Hacı Said, gencecik oğlunun derdini, ta İbni Sina zamanından kalma ve Tebriz’de çok iyi bilinen bir yöntemi kullanarak çözdü. 

Sonradan Afşin’in Berlin’deki evine konuk olduğumda gördüğüm o ipek duvar halısında İbni Sina’nın genç sultana yaptığı gibi, bir doktor, genç adamın bileğini tutup nabzını sayarken bir yandan da şehir ve kasaba adlarını saydı. Büyük büyükbaba, oğlunun aşk hastalığına tutulduğuna emindi. Genç adamların, hele de bu yaşlarda, sıklıkla bu derde yakalandıklarını bilecek kadar deneyim sahibiydi, “Allah vere de dermansız bir dert olmaya” diyordu. Doktor gözleri kaygı ile yaşlı adama dikip “Vayk” dedi. Tebriz’in en zengin adamlarından biri olan Hacı Said ne o gün ne de ondan sonraki günlerde hiç bir şey söylemedi. 

Afşin’in büyükbabası da konuşmamaya devam etti, bazen kervanlarla kuzeye doğru gidip geri döndüğünde biraz neşesi yerine gelir gibi oluyor ama çok değil bir kaç gün sonra eski mutsuz haline bürünüyordu. Ne babası Hacı Said’den ne de bir başkasından derdine çare istedi, olmayacak işi istemenin anlamı neydi. Olmayacak şeydi, bir Ermeni kızını ona vermeleri, hadi diyelim ki verdiler, onu alıp da gelin diye getirmek, bu iki kere, dört kere, on kere olmayacak şeydi. 

Hacı Said ölünce oğlu işleri yürütemez oldu. Zaten kızılların yüzünden ne sınır ne ticaret kalmış, Vayk’ta yaşayan Ermeni kızı kimbilir kimlere gelin gitmişti. O zamanlar yaşı henüz otuz bile olmayan büyükbaba orduya girdi, eğitimliydi, asaletliydi, rütbe aldı assubay oldu, subay oldu. Ama evlenmedi, yaz akşamları evin damına çıkar kahvesini kuzeydeki dağlara bakarak içerdi. 

İsyanı bastırmak için Meşhed’e gönderilen birliğin orta rütbeli subaylarından biriydi. Hayattaki son varlığı olan anası göçüp gideli bir kaç ay olmuştu. Yaşı neredeyse elli olmak üzereydi. Meşhed hem Tebriz’e yeterince uzak, hem de eni konu kutsal sayılabilecek bir yerdi. İstifa etti. Eski çarşıda bir dükkan kiraladı ve oraya yerleşti. 

Afşin bana bunları anlatırken, ihtimal, bu aşk düşkünlüğü halinin aileden sirayet etmiş bir tuhaflık olduğunu da belli etmek istiyordu, ya da belki öyle bir niyeti yoktu ama, bir iki saat önce bir kapı paspasında yatarken bulduğum bu adamın öyküsüne ister istemez ailesini de dahil ediyordum. 

O gece Afşin’e dinlettiğim ikinci şarkı büyükbabasının bir soydaşından, cennet mekan Sexavet Memmedov’dandı, Ay Beri Bax…

Haftaya devam edelim…


Gaffar Yakınca’yı takip etmek için
Twitter : 
@DeliGaffar
Facebook : 
Gaffar Yakınca
Instagram :  deligaffar

Etiketler: meşhed, yar kapısındaa uyumak

Yar Kapısında Uyumak – 1

21 Kasım 2015

Loving – Francesca Giraudi, İtalya – Tuval üstü akrilik

Norköping’te paspasta yatan adama

Aşk acısı çeken insanlar ikiye ayrılırlar: bunun geçici olduğuna inananlar ve inanmayanlar. Ben her zaman birincisi oldum. Aslında sadece aşk acısı halinde değil, içinde bulunduğum her kötü durumda beklentim yılgınlığımdan yüksek oldu, umudum hüznüme galebe çaldı. Biliyorsunuz, umut, ekmek gibi, su gibi bizi yaşatan bir şeydir. 

Belki de bu sebepten, insanların çoğu benim gibidir. En yıkılmış hissettikleri anlarda bile er geç bu yenilginin, bu ıssızlığın son bulacağını düşünürler. Doğrusunu isterseniz, ikinci türe girenleri de gördüğüm oldu, “dibi gelmez bir yalnızlık bu” deyip beklentilerini, hatta bazen daha da ileri gidip yaşam sayfasını kapatanları da gördüm. Ancak, dedim ya, bunlar sayıca azdırlar. Çoğunluk benim gibidir, sizin gibidir, bizler gibidir. Umutla içimizdeki fırtınanın durulacağı günü beklemek bize iyi gelir. 

Ama bir de daha ileri gidip şansını zorlayanlar, beklemektense elinde fener aramaya çıkanlar vardır. Ben böyle biri olmadım, hiç bir zaman ne o kadar cesaretim, ne de o kadar hırsım oldu. Ama bunu yapabilenlere de her zaman saygı duydum. 

Neyse efendim, uzatmayayım, zaten malumunuz en az laf söylenmesi gereken konulardan biridi şu aşk meşk mevzuları, sadede geleyim.

Size anlatacağım öykü çok uzun bir zaman önce çok uzak bir ülkenin küçük mü küçük bir kentinde yaşandı. İsveç’in ortasında bir yerde, kanal mı, nehir mi olduğu belli olmayan bir suyun çevresine kurulmuş Norköping kentinde. 

İsveçliler geleneklerine ve gündelik rutinlerine fazlasıyla bağlı insanlardır. Bu bakımdan cumartesi geceleri mutlaka birlikte dışarıda yemeğe çıkılan ve yemekten sonra geç vakitlere kadar eğlenilen zamanlardır. Tarzınıza, tercihinize göre, ya dışarıda bir mekanda ya da bir ev partisinde arkadaşlarınızla, dostlarınızla beraber olur ve genellikle sabaha kadar içersiniz. Öte yandan, bulunduğunuz yere yeni gelmiş bir yabancıysanız cumartesi gecesini bir başınıza geçirmeniz de son derece olağandır. Çünkü İsveçliler, hiç kötü insanlar olmamakla beraber, biraz utangaç varlıklardır, sizi bir arkadaş olarak kabul etmeleri biraz zaman alır. 

İşte size sözünü edeceğim yıllar yıllar öncesinde kalmış o karlı cumartesi gecesinde de ben, Norköping’e yeni gelmiş bir yabancıydım. Mahalle pizzacısında tek başıma bir kapalı pide kemirip herkesin ev partilerinin, kulüplerin yolunu tutmaya başladığı bir saatte evin yoluna düştüm. Vakit çok geç sayılmazdı, akşam dokuz on gibi olmalı. Kasım ayının sonları ancak kar biraz erken yağmış. Kentin pek dışında olmayan evime yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşe varabiliyorum, hava o denli soğuk ki yarı yolda ısınmak için koşmaya zıplamaya başladım. 

Evet, gayet iyi anımsıyorum, soğuk bir kasım ayıydı. Küçük bir parkın arkasında kalan apartmana koşar adım girdim. Yüzüme vuran sıcak havada biraz gevşeyerek nefes aldım. Kendime gelince ikinci kattaki daireme doğru çıktım, koridorun başına geldiğimde anahtarlarımı çıkardım, loş koridorun en sonundaki daire kapısına doğru yürümeye başladım. 

İsveç’in böyle tuhaflıkları vardır, katlardaki daire sayısı her zaman iki ya da dört gibi makul bir sayı olmaz, bazen bir katta beş bazen yedi daire yer alabilir. Benim katımda da beş daire kapısı var. Bunun için koridor biraz uzunca. Artık koşmadan ilerliyorum. Birazdan sıcacık evimde olacağım, henüz Youtube falan yok ama bir sürü türkü kayıtlarım var, onları dinleyim sabahtan aldığım biralarımı içeceğim. İsveç cumartesi bizim için bu, ne öğrenciyiz, ne akademisyen ne de aileden almancı. Biz dediğim, yeni tür almancılar, mülteciler, göçmenler falan.. Zorunlulukla baş etmeyi öğrenmiş olanlar, İsveç’te, Almanya’da ya da Belçika’da cumartesi gecelerini yalnız geçirmeyi bilenler… 

Tam kendi dairemin kapısına geldiğimde karşı dairenin kapısında bir karartı gördüm. İlk anda duyduğum korku tarife gelmez. Sırtımı duvara dayayıp soluklanarak baktığımda, orada, eni konu üç metre ötede komşu dairenin kapısında gördüğüm şeyin, paspasa cenin pozisyonunda yatmış bir adam olduğunu anladım. Benim geldiğimi duymuş olmalı ki kafasını doğrulttu. Tip olarak bana çok benzeyen, kıvırcığa yakın siyah saçlı, ince kapkara bir adam. 

Afallamış halde birbirimizle konuşuyoruz.. Ursäkta mig! Mår du bra?  Panik halinde “Özür dilerim” diyor bana, benim ilk tepkim “iyi misiniz” oluyor. Gerçekten de kötü bir şey oldu sanıyorum. İyiyim diyor, iyiyim , bir sorun yok. “Hemşerim, ne özürü, paspasta yattın diye özür mü dilenir” diyeceğim ama ne anlasın elin gavuru, nereden akıl ettiysem Türkçe “Türk müsün” diye soruyorum. Karşımdaki de sorduğum soruyu nasıl anladıysa, yine Türkçe “hayır, İranlıyım” diye yanıt veriyor. Tamam tamam aynı şey zaten deyip “ne diye yatıyorsun paspasta birader” diye soruyorum. Evet, aynen öyle birader diye soruyorum, “bırooder” diye, Farsçası gibi. 

Ben öyle konuşunca biraz gülümser gibi oluyor ama belli ki kafası pek yerinde değil, yattım işte falan diye geveliyor… Neden bilmiyorum, belki tipini, sefilliğini falan kendime çok benzettiğimden, belki de kendi yalnızlığımdan, onu içeri davet ediyorum. Gelsene diyorum, bir kahve iç, ya da istersen biram var.

Afşin, adının Afşin olduğunu öğreneceğim daha sonra, içeri girdiğinde önce sadece kahve istiyor. Kahvesini verip karşısına geçiyorum. Shahram Nazeri’nin bir CD’sini koyuyorum. Kulakları dikildi, sen nereden biliyorsun bunu diyor. Bilirim ben diyorum. Biraz İran müziğinden falan söz ediyoruz. Sonra ben ikinci birayı alırken bir tane de ona getiriyorum, ve o ana kadar onu anahtarını kaybetmiş karşı komşum sanıyorum. Evet, neden bilmiyorum, o zaman, zihnim olayları bu şekilde tamamlamış 

Karşılıklı oturmuş güzel güzel İran müziğinden, futboldan falan söz ederken, zihnimin bana küçük bir güzellik yaptığını, senaryoyu kendi kendine tamamladığını anladım. Anahtarını mı unuttun dedim Afşin’e, hayır dedi, burada oturmuyorum. 

Buyur buradan yak, beni bir gülme aldı. O zaman niye yatıyorsun arkadaş komşumun paspasında, sapık mısın? Ben gülüyorum ama Afşin gülmekte zorlanıyor, farkındayım, sapık değilim diyor, sapık değilim, ama aşığım… 

Off… Herhalde şu imansızın İsveç’inde en son karşılaşmak isteyeceğim tip aşık olmuş bir Ortadoğuludur. Ama biliyor musunuz, en son karşılaşmak istediğiniz şey aslında bir yandan en çok görmek istediğiniz şeydir de. Bu kaderle ilgili tuhaf bir çelişkidir, insanın kendi sonunu çağırması ya da en güzel günlerin hep felaketlerin içinden fışkırması gibi. 

Tahmin edebileceğiniz gibi bu İranlı genç adamın kalbini çalan kişi komşum, -affınıza sığınarak ismini değiştirerek yazıyorum- bayan Gunilla Gustavsson. Sonraki yıllarda başkente taşınıp, ufak tefek bedenine bir boy büyükmüş gibi gelen tombulca bacaklarına rağmen meşhur Karolinska Hastanesi’nin en çekici hemşiresi olan kadın. 

Her sabah kendisini görüyorum. Çok kısa ve utangaç bir selamlaşma. İsveçlilerin geneli gibi insan ilişkilerinde biraz muhafazakar biri olduğu belli. Ama bana karşı her zaman çok kibar. Kendisine dair -en azından Afşin’le tanışana kadar- zilde yazan adı dışında hiçbir şey bilmiyorum. Ah, bir de çamaşırhanede karışan çamaşırlar yüzünden, biraz yakışıksız bir biçimde, kış aylarında benim gibi ince pamukludan içlik giydiğini biliyorum.


Bundan sonrası hayli tuhaf, ya da kimbilir belki de çok sıradan bir aşk öyküsü…. Afşin’le Gunilla’nın yolları nerede kesişmiş de işler beni Afşin’le buluşturan o soğuk kasım gecesine kadar varmış… Haftaya devam ederiz mutlaka, şimdi o akşam Afşin’e ilk dinlettiğim şarkıyı dinleyin, Şahram Nazeri ağabeyimizden “bigarar”..Sözleri tanıdık birine, Mevlana’ya aittir. 


Etiketler: isveç

Primary Sidebar

İyi Parti: Kadro, söylem, ideoloji

İti qovan kimi

Allahuekber

Ozinyan kimleri mamaladı?

Cezayir şehitleri vatanlarına dönerken

Erdoğan’a çarpıp dağılan Macron mu, Rothschild mi?

Yasin, En Tatlı Uykusuna Dalmış Gibi

Bir Tablo ve Yayıncılığımızın Hali

Doğu Batı Arasında veya Türklükten Kaçış

Kültür Emperyalizminin Doğası Üzerine Notlar

Anti-emperyalist Açıdan Netflix’i Okumak

Peygamber Çiçekleri

Büyük Salgın ya da Yeni Bir Düzenin İmkânları

Çav Bella ve Ezan

Tahdagurusu

Aybüke ve nefret komisyoncusu bir “feminist” yazar

Hurşit burada, ahlak nerede?

Yar Kapısında Uyumak – 5

Yar Kapısında Uyumak – 4

Yar Kapısında Uyumak – 3

Footer

  • Gizlilik Politikası
  • Telif ve Alıntılama
  • Yayın İlkeleri
  • İletişim

Copyright © 2014-2020 - DeliGaffar.com - Her hakkı saklıdır