• Skip to primary navigation
  • Skip to main content
  • Skip to primary sidebar
  • Skip to footer
  • Röportajlar
  • Essays on Art
  • Gaffar Yakınca Kimdir?
  • Deli Gaffar Hakkında
  • İletişim

Gaffar Yakınca

Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile yesin
Hâşâ! Bunun imkânı yok elbette bilirsin

  • Ağır Yazılar
  • Gözüme Takılanlar
  • Edebiyat
  • Gezi Notları
  • Kültür Sanat

Ağır Yazılar

Doğu Batı Arasında veya Türklükten Kaçış

8 Ağustos 2020

Örnek olay: Bir TV programından küçük bir sahne

Dünyaca ünlü bir seyyah ve televizyon programcısı olan Antony Bourdain, dünya kentlerini gezip farklı kültürleri keşfederken sıra İstanbul’a gelmiş. İstanbul’un bilinmeyen yönlerini anlatacağı programın bir bölümünde iki Türk ile öğlen yemeği yiyor. Bunlardan biri oyuncu Serra Yılmaz diğeri ise yazar Gündüz Vassaf. Yemeklerini yerken Bourdain, oyuncuya şöyle bir soru soruyor : “Serra, Türk olmak nasıl bir şey?” Oyuncu o sırada ağzına birşeyler tıkıştırmakla meşgul olduğu için sorulan soruyu anlamıyor, yanındaki yazar soruyu izah ederken, tekrar etmek yerine muzır bir gülümseme ile “Serra, sen Türk müsün” diyor. Oyuncu “Evet, ama bu benim kabahatim değil” diye yanıtlıyor.

Yanlış anlaşılmamak için toplamda bir dakika bile sürmeyen bu sahnenin diyalogunu yazmak istiyorum:

Borudain: Serra, Türk olmak ne demek, ne düşünüyorsun?
Yılmaz: (yemek yemektedir, anlamaz) ???
Vassaf: (araya girerek) Serra, sen Türk müsün?
Yılmaz: Evet, ama bu benim kabahatim değil.
(Kahkahalar, gülüşmeler…) (*)

Aklımıza takılan sorular

Son derece ilginç, irdelenmeye değer, hatta ikonik bir sahne olduğunu kabul etmeliyiz. İlk elden gözümüze çarpanlara dair bir kaç soruyu sıralayalım:

Aklımıza ilk gelen soru, programcının ‘merakı’ ile ilgilidir. Acaba bir İtalyan’a “İtalyan olmak nasıl bir duygu” diye de sorulabilmekte midir? İlk bakışta hayli masum bir soru gibi dursa da Batı milletlerinden insanlara yöneltildiğinde tuhaf kaçacak (ve tabi ki yöneltilmeyen) bu soru, bize Amerikalı sunucunun safiyane merakından öte bazı ipuçları veriyor.

İkinci sorumuz şudur: Konuk yazar, sunucunun “Türk olmak nasıl bir şey” sorusunu neden deforme ederek “Sen Türk müsün” şekline çevirmekte, ve bu işi yaparken neden alaycı bir biçimde gülmektedir?

….

Yazının tamamını okumak için tıklayınız >>

Etiketler: milliyetçilik, türklük

Kültür Emperyalizminin Doğası Üzerine Notlar

4 Ağustos 2020

İki binli yılların ortalarında BBC’de çıkan bir haber, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti televizyonunda yayınlanan bir programın erkeklere “doğru saç traşı” konusunda öğütte bulunduğunu söylüyordu. Habere göre, KDHC devlet televizyonu belirli saç modellerini özendiriyor, çok uzun ya da çok kısa saçın makbul vatandaşlıkla uyuşmadığını söylüyordu. Bu uygulama, Batıda KDHC’ni küçümsemek için kullanılan sayısız argümandan biri oldu.

KDHC ile alay edenlerin atladığı nokta, böylesi “zorbalıkların” sosyalist yönetimlere, ya da en azından KDHC’ne özgü olmadığı idi. “Kore kalkınma mucizesinin” mimarı olarak gösterilen Park Çung-hi döneminde benzer bir uygulama Güney Kore’de de yapılmıştı. 1971 yılında  çangbeil tensoug (uzun saç tedbirleri) adı verilen uygulama ile resmi görevliler, Seul sokaklarında genç erkeklerin saçlarının boyunu ölçmeye başladılar. Hükümet daha sonra bu uygulamayı töphe munga tensoug yani “dejenere kültür tedbirleri” ismi ile tüm alanlara yaydı. Kadınların etek boylarından, klüplerde çalınan şarkılara kadar herşey denetlendi. Pek çok şarkı ve film “dejenere” bulundukları için yasaklandı.

Bu örnekler, Kore toplumunun kendine özgü “sertliği” sebebi ile fazlaca Doğulu bulunabilir. Fransa’dan bir olaya bakalım. Fransız Ulusal Meclisinin 28 Şubat 1950 tarihli oturumunda Fransız Komünist Partisi milletvekillerinden biri ile sağlık bakanı arasında şu konuşma geçti:

MV: Sayın Bakan, Paris’in bulvarlarında Coca Cola adında bir içecek satıyorlar

Bakan: Biliyorum

MV: Vahim olan, bunu bildiğiniz halde hiçbir şey yapmamanızdır

Bakan: Şu anda harekete geçmek için bir sebep göremiyorum

MV: Bu tek başına bir ekonomi sorunu değil, hatta sadece bir halk sağlığı sorunu da değil. Bu aynı zamanda politik bir sorundur. Siyasi sebeplerle Fransız kadınlarını ve Fransız erkeklerini zehirlemelerine izin verecek misiniz, bunu bilmek istiyoruz.

O gün meclis, Coca Cola’yı yasaklama teklifini reddetti, ancak hükümete, zararlı olduğu tespit edildiği taktirde Coca Cola’yı yasaklama yetkisi verdi.

1950’li yıllarda Fransa’da yaşanan Coca Cola’ya karşı mücadelenin en önünde komünistler olsa da Fransız İçecek Üreticileri birliği başta olmak üzere pek çok örgüt, gazeteciler, entelektüeller ve bürokrasi, “Coca Cola’nın Fransızları zehirlememesi için” seferber olmuş, Coca-kolonizasyon diye bir sözcük bile türetilmişti. Marshall Planı ile sunulan ekonomik fırsatlar olmasa Coca Cola Fransa’ya giremeyecekti.

I. Kiselev – beyin yıkama – baskı

Milli kültürün korunması

Bugün bize pek tuhaf, zorlama, hatta saçma görünen bu yaklaşımlar -öyle ya devlet neden vatandaşlarının saçına başına, dinlediği müziğe, yiyip içtiğine karışsın?- aslında gündelik yaşantımızı aşan bir olguya, kültüre dair hamlelerdir.

…

Yazının tamamını okumak için tıklayınız >>

Etiketler: emperyalizm, kültür emperyalizmi

Anti-emperyalist Açıdan Netflix’i Okumak

31 Temmuz 2020

Görsel bir eğlence, eskilerin tabiri ile bir ‘temaşa’ olarak Netflix, artık orta sınıf hayatının bir gerçeği. Ancak tüm kültür öğeleri gibi Netflix de salt eğlence olmanın ötesinde kimi anlamlar taşıyor. Bu yazıda yeni tür bir eğlence medyası olarak Netflix’i anlamaya ve onun, kültür emperyalizminin bir aracı olarak potansiyelini tartışmaya çalışacağız.

Son Yemek – B.Moutin – kumaş üzeri akrilik

NETFLIX EMPERYALİZMİN BİR ARACI MIDIR?

Bu cümleden hareketle akla ilk gelen soru, Netflix’in kültür emperyalizminin bir aracı olup olmadığıdır.

Kültür emperyalizmini, ekonomik ve siyasi emperyalizm ile beraber emperyalizmin üç ana kolundan biri olarak ele alabiliriz. Bu alanda bugüne dek yürütülen çalışmalar, kültür emperyalizmini genelde diğer ikisinin bir sonucu olarak ele aldılar. Bu bakış, kültür emperyalizminin çıkış noktasını açıklamakla beraber, bugünkü durumu anlamamızda yetersiz kalacaktır. Coğrafi keşifler ve sömürgecilik dönemi Batılı beyaz adamın kendisinden daha “geri” olan “öteki” ile tanışma dönemidir. Daha en baştan bir tarafın teknolojik üstünlüğü ile kurulan ilişkinin kültür alanında da aynı hegemonyayı üretmesi kaçınılmazdır.

Globalleşme ve yeni sömürgecilik döneminde ise her anlamda daha karmaşık ilişkiler söz konusudur. Bugün ekonomik, siyasi ve kültürel emperyalizm çok daha gelişkin bir yapıya sahiptir. Birinin diğerinin bir sonucu olduğunu varsaymak bizi yanıltabilir. Gerçekte iç içe geçmiş ve sürekli olarak birbirini besleyen bir ilişkiler kümesi söz konusudur, bu üç ana kolun her biri, diğerinin hem sebebi hem sonucudur. Belirli bir zaman diliminde belirli bir bölgeye ya da dünyanın tamamına etkileri birbirinden farklı dinamiklere dayanabilir. Örneğin günümüzde Batı’nın ekonomik ve siyasi hegemonyasında görülen nispi gerilemenin kültür alanına aynı biçimde yansıdığı söylenemez. Bugün özellikle gündelik yaşamı şekillendiren kültürel kodlar hala Batı referanslıdır ve Batı’nın ekonomik hegemonyası tam olarak bitse bile uzunca bir süre daha böyle olmaya devam edecek, ekonomik ve siyasi hegemonyanın yeniden tesisi çabalarında kilit bir rol oynayacaktır. Kültür emperyalizmi, emperyalist ilişkinin sürdürülebilirliği için gereklidir ve emperyalizmin ayrılmaz bir parçasıdır (mütemmim cüzüdür).

Edward Said, emperyalist ilişkinin kültüre yansımalarını inceleyerek başladığı “Culture and Imperialism” adlı çalışmasında kültür emperyalizmine dair hayli tatmin edici bir sonuca ulaşır. Said’e göre kültür emperyalizmi iç içe geçmiş iki süreçten oluşur: bir ülkenin diğer ülke üzerindeki kültürel tahakkümü ve onun kültür yapısı/kültürel gelişimi içindeki varlık alanını genişletmesi. Emperyalist gücün bir ülkenin kültür yapısına müdahalesinin, onun “içinde yayılma/genişleme” olarak nitelenmesi önemlidir. Ekonomik ve siyasi emperyalizm bazen bir uluslararası anlaşma metni kadar basit bir zemine dayanabilirken kültür alanındaki emperyalist ilişki genellikle ilk bakışta anlaşılamayan karmaşık bir sürece dayanır. Tüm Dünyada Batı emperyalizmine karşı direnmeye çalışanların sık sık “basit konuları abartmakla” suçlanmalarının temel sebebi de budur. “Bir filmden, bir bilgisayar oyunundan, basit bir kültürel paylaşım programından ne zarar gelebilir ki” düşüncesi, aslında kültür ürünlerindeki emperyalist tahakküm kudretinin/potansiyelinin ilk bakışta anlaşılamaması ile ilgilidir.

Bunun için Said, aynı kitaptaki direniş ve muhalefet tartışmasını “iki taraf vardır” başlığı ile açar, detaylı metin analizleri ile kültür alanında, Batılılar ve Batılı olmayanlar şeklinde iki tarafın varlığını tespit eder, direnişin imkanlarını düşünebilmek için öncelikle bu sadeleştirmenin gerekliliğinin altını çizer.

Said’in yaklaşımı, bugün bizim gördüğümüz manzara ile uyumludur. İşleyiş mekanizmaları değişse de sömürgecilik döneminden bugüne emperyalist kültür aygıtlarının işlevi kabaca aynıdır. Emperyalist gücün kültür alanında tesis ettiği her ilişki, şu ya da bu biçimde emperyalizmin konusudur. Doğu’nun Batı ile (ya da Güney’in Kuzey ile) her teması bu güç karşılaşmasına dair bir gerilim taşır. Televizyon, sinema, edebiyat, sanat vb. tüm kültür alanları emperyalist ilişkinin aktif bir parçası olma potansiyeli taşırlar. Netflix gibi yeni medyalar da buna dahildir.

Baştaki soruya dönecek olursak, evet, Netflix kültür emperyalizminin bir aracıdır ve Batı kültürünün yayılmacılığına dair bir potansiyeli temsil eder. Bu potansiyel, Doğuya yönelik kültürel bir tehdit anlamına gelir. İrdelenmesi ve boyutlarının anlaşılmasının gerekliliği buradan ileri gelmektedir.

….

Yazının tamamını okumak için lütfen tıklayınız >>

Etiketler: televizyon, teori, teorik yazılar

Büyük Salgın ya da Yeni Bir Düzenin İmkânları

5 Haziran 2020

Alman-Yahudi filozof Adorno, Holokost karşısında öylesine büyük bir dehşete düşer ki “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” diye yazar (1).  Yaşananlar, insan acısının ve kötülüğün öyle bir merhalesidir ki buna dair her tür estetik arayış, hatta her tür düşünsel soyutlama teşebbüsü ahlak dışıdır. Ölümün gerçekliği, insan zihninin sınırlarını aşmıştır. Bunun için yaşamanın kendisi bile ancak, “Auschwitz’i de mümkün kılan ve burjuva öznelliğinin temel ilkesi olan “duygusuzlukla” mümkündür” (2).

Holokost’un benzersiz bir cürüm olduğu fikrini masun tutarak, şu tespiti yapabiliriz: Bugün İtalya, İspanya ve ABD’de yaşanan – ve her an dünyanın başka bir yerinde yaşanması muhtemel olan-  trajedi de geride benzer bir ruh hali bırakabilir. Çünkü, modern tıbbın tüm gelişkinliğine rağmen, sağlık sisteminin yetersizliği sebebi ile doktorlar, bazı hastaları ölüme terk etmek zorunda kalıyorlar. Tüm ömrü boyunca kazancının bir bölümünü vergi olarak kamu maliyesine vermiş olan bir aile, hiç umulmadık bir anda, örneğin atmış yaşlarındaki babalarını bir daha görmemek üzere bir hastaneye teslim ediyor, kısa süre sonra da “yaşama şansı düşük bir ıskarta” olarak görüldüğü için, bir tabut içinde teslim alıyor. Bu, tarifi zor bir insanlık trajedisidir ve bunu estetize etmeye kalkan her teşebbüs, az çok ahlak dışı olacaktır.

Şu halde, sanıyorum biz de, “salgından sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyebiliriz. Nitekim bu düşünce, daha salgının ilk günlerinden itibaren tartışılmaya başlandı. Bu büyük felaketle beraber değişimin bir zorunluluk olduğu anlaşılıyor. Ancak bu değişimin niteliği ve istikameti hala muğlaklığını koruyor.

İKİ EĞİLİM, TEK TESPİT

Salgının erken döneminde, düşünürler arasında ortaya çıkan iki ana eğilimden söz edebiliriz. Batılı düşünürler arasında daha yaygın olan ilk eğilim, küresel mekanizmaların zayıflığının dünyayı salgın karşısında çaresiz bıraktığını söylüyor ve Avrupa Birliği gibi ülkeler üstü yapıların güçleneceğini öngörüyor. Daha çok “doğulular” tarafından rağbet gören ikinci görüş ise, salgına karşı başarılı olan tek aracın ulusal politika olduğunu, küreselleşmenin kesin olarak sonunun geldiğini, gelecek günlerde ulus-devlet ve milli politikaların güçleneceğini söylüyor.

….

Yazının tamamını okumak için tıklayınız >>

Etiketler: Korona, küreselleşme, salgın, salgından sonra

PKK Karşısında Solun Stratejik Suskunluğu

4 Eylül 2015

Silence- Flora Borsi – Macaristan – Fotoğraf

Onat Kutlar adını bilmeyenleriniz olabilir, kendisi Türkiye’nin en önemli aydınlarından biriydi. Sadece edebiyat eserleriyle değil, sinema eleştirileriyle ve Yusuf ile Kenan, Hakkaride Bir Mevsim gibi unutulmaz film senaryolarıyla da bilinirdi. 30 Aralık 1994 günü Taksim’deki Opera Pastanesi’ne yapılan bombalı saldırıda öldürüldü. Oraya evlilik yıldönümlerini kutlayacağı eşiyle buluşmak için gitmişti, ölüme giderken cebinde eşine hediye olarak aldığı kolye vardı.

Aynı saldırıda bir başka kişi, arkeolog, rehber ve çevirmen Yasemin Cebenoyan da öldürüldü. Otuz yedinci doğumgününü yeni kutlamıştı ve ona hediyesini vermek isteyen bir arkadaşıyla buluşmak için oradaydı. Pastaneye bir paltonun içinde bırakılan bombanın çok yakınındaydı, oracıkta can verdi.

….

Yazının tamamını okumak için tıklayınız >>

Primary Sidebar

İyi Parti: Kadro, söylem, ideoloji

İti qovan kimi

Allahuekber

Ozinyan kimleri mamaladı?

Cezayir şehitleri vatanlarına dönerken

Erdoğan’a çarpıp dağılan Macron mu, Rothschild mi?

Yasin, En Tatlı Uykusuna Dalmış Gibi

Bir Tablo ve Yayıncılığımızın Hali

Doğu Batı Arasında veya Türklükten Kaçış

Kültür Emperyalizminin Doğası Üzerine Notlar

Anti-emperyalist Açıdan Netflix’i Okumak

Peygamber Çiçekleri

Büyük Salgın ya da Yeni Bir Düzenin İmkânları

Çav Bella ve Ezan

Tahdagurusu

Aybüke ve nefret komisyoncusu bir “feminist” yazar

Hurşit burada, ahlak nerede?

Yar Kapısında Uyumak – 5

Yar Kapısında Uyumak – 4

Yar Kapısında Uyumak – 3

Footer

  • Gizlilik Politikası
  • Telif ve Alıntılama
  • Yayın İlkeleri
  • İletişim

Copyright © 2014-2020 - DeliGaffar.com - Her hakkı saklıdır